ŞİFA KAYMAK
sifa.kaymak@iha.com.tr
16 Nisan’a az bir süre kala nefesler tam anlamıyla tutulmuş durumda. Türkiye’de Parlamenter Sistem’den Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’ne geçişi öngören teklifte anketlerdeki son durum ne? Kararsızlık oylarında değişiklik var mı? Kürt seçmen ne diyor? 16 Nisan’da “Evet” çıkması durumunda hayatımızda ne değişecek? Referanduma ilişkin merak edilenleri AK Parti İstanbul Milletvekili Siyasi ve Hukuki İşler Başkan Yardımcısı Avukat Fatma Benli anlattı. Benli’ ye göre Avrupa’da yaşanan sıkıntıların ardından ise “Evet” oylarında artış meydana geldi.
Fatma Benli’nin siyaset macerasından başlayalım. Nasıl başladınız?
Siyaset maceram oldukça uzun bir geçmişe dayanıyor. Ben hukukçuyum ama uzun bir zaman insan hakları aktivisti olarak çalıştım. Önce 28 Şubat sürecinde başörtüsü yasaklarına karşı çalışmalarım oldu. Sonra kadına karşı şiddet ve insan hakları hukukuyla alakalı çalışmalarımı devam ettirdim. Türkiye İnsan Hakları Kurumu üyesi olarak atandım. Yaptığım çalışmalar hep insan hakları ile alakalıydı. Meclisle ve bakanlarla sürekli bir iletişim halindeydim. Örneğin kadınlarla ilgili bir yasa çıktığı zaman nasıl olması gerektiği konusunda fikir alışverişinde bulunurduk. Başörtüsü yasağından sonra diğer konularda da bu iletişim devam etti. Uluslararası Hukukçular Birliğinin Türkiye temsilcisiydim. Hep meclisteki vekillerin ve bakanların kapısını çaldığımdan kadına karşı şiddet yasasının mutfağında çalıştım. 2015 Haziran seçimlerinde de AK Parti İstanbul Milletvekili olarak seçildim. Sonra Kasımda seçimler yenilenince yeniden aday oldum. Sağ olsunlar uygun gördüler ve yine milletimizin teveccühü ile seçildim.
Kadın olarak siyasette ne gibi zorluklarla karşılaştınız?
Aslında siyaset içerisinde olmak ciddi anlamda zor. Çünkü kendinizi sürekli daha iyisini yapmak mecburiyetinde hissediyorsunuz. Bizi halk seçti. Dolayısıyla halkın derdine derman olmak gibi bir sorumluluğumuz var. AK Parti iktidarının bir parçasıyız. AK Parti iktidarında halkın beklentisi çok yükseltildi. Hep iyi hizmetler verildi. Dolayısıyla vasat çalışmak gibi bir lüksünüz yok. 7-24 çalışma mecburiyetindeyiz. İnsan Hakları İnceleme Komisyonun başkanvekiliyim. Çocuk istismarını önleme komisyonu başkan vekiliyim. Bunların her birinin verdiği sorumluluklar var. Bu sorumluluğu yerine getirirken özellikle zaman kısıtlılığı ile karşı karşıya kalıyorum. Mecliste çalışmalar gece 2-3’lere kadar devam ediyor. Bu noktada ben, her siyasetçinin karşılaştığı zamanla alakalı sıkıntılar yaşıyorum. Sadece kadın olmama has ayrı bir sıkıntı ile karşı karşıya değilim. Şuan mecliste çok fazla kadın vekil yok. AK Parti iktidarına kadar mecliste maalesef kadın milletvekili oranı çok azdı. Kadın siyasetçilerin %1’in altında mecliste olduğu dönemler yaşadık. Kadından sorumlu devlet bakanlarının erkek olduğu dönemler gördük. Dolayısıyla kadının sürekli siyasette dışlandığı bir süreçten geldik. AK Parti bu noktada kadınların siyaset içerisinde daha fazla var olabilmeleri için çok daha fazla çalışma sarf etti. Bugün bu oran %16’lara çıkmış durumda ama bize göre halen çok az. Türkiye’de özellikle kadınların toplumsal hayata yaptıkları katkıya baktığımız zaman bu oran daha fazla olsun diye çaba gösteriyoruz. Özellikle teşkilatlarda ve kadın kollarında birebir çalışan kadınların ne kadar ciddi ve özveriyle çalışma yaptıklarını görünce umutlanıyorum. Bir sonraki dönemde mecliste kadın oranının çok daha fazla olacağına inanıyorum. Sayı arttıkça çok daha iyi bir noktaya geleceğiz.
28 Şubat sürecinde neler yaşadınız. O süreçten bahseder misiniz?
Ferah-Yol koalisyonu hükümeti post-modern darbe ile düşürüldü. Türkiye bundan dolayı tam 13 senesini kaybetti. O dönemde kapatılan 22 bankanın parasının ödenmesi tam 13 senemizi aldı. Biliyorsunuz onların borçları AK Parti iktidarına kaldı. O borçları AK Parti iktidarı ödedi. Aslında 28 Şubat süreci tüm Türkiye’nin 13 senesini çalan, insanın üzerinde muazzam derecede ayrımcılık uygulayan ve bu nedenle ders almamız gereken bir süreçtir. Ben o süreçte mesleğe yeni başlamış bir avukattım. Avukat olarak çalışmaya başladığımda 28 Şubat kararları alınmaya başlamış ve başörtüsü yasakları uygulamaya konmuştu. O dönemde Marmara üniversitesinde yüksek lisans yapıyordum. Marmara Üniversitesi başörtüsü yasağını daha geç başlattı. Rektörümüz Ömer Batırel, başörtüsü yasağını başlatmadığı için dönemin YÖK Başkanı Kemal Gürüz tarafından istifa ettirildi. ve birden bire başörtüsü yasağı başladı. O dönemde ben tezimi yaşmıştım. Sadece sunmam gerekiyordu. Yani, yarım saat jüri önünde sunsam yüksek lisansı bitirmiş olacaktım. O kadar verdiğim emeği tamamlamış olacaktım. Ancak yeni gelen rektör çok ciddi derecede yasağı başlattı ve hiçbir şekilde başörtülü girilmesini kabul etmediler. Bende yarım saat için başımı açmak ya da peruk takmakla eğitimi yarım bırakmak arasında kaldım. Bunu kabullenemedim. Sonuçta başımı örtmem veya açmam bana ait bir karardı. Hiç kimsenin bana ait olan eğitim hakkımı kullanacağım diye başını açmak gibi bir dayatmada bulunmaya hakkı yoktu. O yüzden başımı açmadım ve yüksek lisansım kaldı. O dönemde öğrenci kardeşlerimiz çok daha fazla sorunlarla karşı karşıya kaldılar. Sadece benim, mezun olmasına sadece 2 ay kalan çok fazla üniversite öğrencim vardı. Bunlar tamamen okullarını bıraktılar. 28 Şubat sadece başörtülü kadınlar için gerçekleşen bir yasaklar silsilesi değildi. Hayatın her alanında hepimizi etkileyen çok fazla kararlara olumsuz sebebiyet veren süreçti. O yüzden biz ona darbe süreci diyoruz. Ben kadına karşı şiddet üzerine konuşmalar yapardım. Pek çok yerden yurtdışından çok fazla konuşma teklifleri alıyordum. Birleşmiş Milletlere kadar gidiyordum. Ama Türkiye’de bir üniversite beni davet edip başörtülü olduğumu fark ettiklerinde davetten vazgeçebiliyorlardı. Bu aslında kadının başörtülü olması halinde direk bütün haklarından yoksun bırakan bir davranıştı. Bu ayrımcılık ve ötekileştirme oluşturan bir algıydı. Çocuklarını askere gönderip yemin törenine katılamayan anneler oldu. İmam Hatiplerden atılan öğretmenler ve öğrenciler oldu.
Yaptığınız çalışmalarla “Dünyanın En Etkili 500 Müslüman’ı” arasında yer aldınız. Bu çalışmalardan biraz daha bahseder misiz?
28 Şubat sürecinde ben çok fazla davaya baktım. Değişik kurumlara binlerce dilekçe yazdım. Çünkü yapılan baştan aşağı haksızlıktı. Türkiye’de yasal ve hukuki anlamada hiçbir şey değişmemişti. Sadece 28 Şubat kararları alınmıştı. 28 Şubatta hukuksuz ve keyfi olarak alınan kararlar yüzünden binlerce insan haklarından mahrum bırakılmıştı. İnsanlar, eğitim haklarını kullanamadılar. Çalışma haklarını kullanamadılar. Kamusal hayatın içerisine giremediler. Özel işlemlerden dahi kovuldular. Alınan yasak kararları hukuka aykırı yasaklardı. O yüzden yüzlerce dava açtık. Değişik mahkemelerde açtığımız davalarla yürütmeleri durdurma kararı aldık. Mahkemeler yasa uyarınca yapılan işlemin hukuka aykırı olduğunu ifade ettiler. Ancak bunu söyleyen bütün hâkimler soruşturma geçirdi ve sürüldüler. Türkiye’de yaklaşık 50 kadar bununla ilgili soruşturma geçirip sürülen hâkim var. Edirne, Samsun, İstanbul 6, Bursa ve Van Bölge İdare mahkemeleri hâkimleri sırf başörtüsü için verdikleri kararlar nedeniyle sürüldüler soruşturma geçirdiler. Akabinde biz bütün davaları kaybetmeye başladık. Ben belki “Dünyanın en etkili 500 Müslüman’ı” listesinde yer aldım ama o aşamada büyük ihtimalle Türkiye’de pek çok dava kaybeden bir avukat olarak anılıyordum. Ama davaları kaybetsek bile haklı olduğumuz biliyorduk. Bunun için mücadele etmeye devam ettik. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine gittik. Hâkim, önce, ‘kabul edilebilir’ kararı verdi. Ancak daha sonra Fransa’da da başörtüsü yasağı başlayınca ve Leyla Şahin davasında mahkemeden ‘devletin böyle bir takdir hakkı vardır’ kararı çıkınca açtığımız yüzlerce davayı tek bir liste ile reddettiler. Bunun üzerine Birleşmiş Milletlere gittik. O dönem beni kendi ülkemde davalara avukat olarak almadılar ama ben hem Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinde hem de BM Sedal Ayrımcılığa Karşı Kadın Hakları Komitesi önünde, 76 STK’yı temsilen bölge raporu sunma imkânım oldu. 2010 yılında kadınlarla ilgili en önemli konuyu Ayrımcılığa Karşı Kadın Hakları Komitesi hem eğitim hem siyasal çalışma katılım konusunda kadınlara yapılan ayrımcılıkla ilgili neler yapıldığına dair bir tavsiye kararı çıkardı. Bu esnada AK Parti 2010’da anayasa değişikliği yaparak Türkiye’deki reformların önünü açmıştı. O esnada şapka taktığı için dersten çıkarılan öğrenci için yaptığımız başvuru olumlu sonuçlandı. Başbakanlık İnsan Hakları Kurumuna gönderdiğimiz dilekçe YÖK’e gönderildi ve YÖK, ilgili üniversiteye “Bir üniversitenin öğretim görevlisi öğrenciyi kıyafeti nedeniyle destek çıkaramaz” yazısı gönderdi. Aslında bu baştan beri söylediğimiz ama maalesef 28 Şubat yasakları devam ettiği için bir türlü kuvveti kullanan kurumlara kabullendiremediğimiz hukuki bir gerçekti. Akabinde de başörtüsü yasağı kademeli olarak kaldırıldı. Türkiye’de de bu sorun aşıldı.
Avrupa’da yaşanan gelişmeleri nasıl değerlendiriyorsunuz? Türkiye olarak AB’den vazgeçmeli miyiz?
Avrupa Birliği milyonlarca Türk vatandaşın yaşadığı Türkiye için önem arz eden bir kurumdur. Ama Türkiye AB’deki diğer ülkelerle eşitti. Türkiye, AB’nin diğer ülkelere verdikleri haklardan daha azına razı olacak bir ülke değildir. Biz ancak eşit şartlarda orada yer alabiliriz. Ancak şuan AB ülkelerine baktığımızda çok aşırı sağcılaşmanın, yabancı düşmanlığının çok fazla arttığını görüyoruz. Bu birazda ülkelerin ekonomik zorlukları ile alakalı bir durumdur. AB ülkeleri çok hızlı büyüyor ama büyüme hızıyla orantılı olarak kendisini geliştiremiyor. O yüzden ülkeler birebir bunun sıkıntısını yaşıyorlar. Kendi hayatlarında ekonomik daralmayı hissettikleri için bunun kabahatlisinin yabancılar olduğunu düşünüyorlar. İslam düşmanlığı arttıkça bunu kendi kendilerine ifade edemediklerinden aslında bu konudaki olumsuzluğu bir nevi Erdoğan düşmanlığına çevirmiş durumdalar. Avrupa ülkelerinin hemen hemen hepsinde bu sene seçimler oldu ve olmaya devam ediyor. Merkezdeki partiler artık aşırı sağa kaymaya başladı. Aşır sağ uçtaki yabancı düşmanlığını körükleyen partiler, çok daha fazla oy almaya başladılar. Çünkü halka daha rahat hitap ediyorlar. Bu durum o ülkelerin Türkiye ile olan ilişkilerine sağlıklı bakamaması ile sonuçlanıyor. Çok daha fazla katı, Türkiye’yi suçlayan yapıya sahipler. 15 Temmuzda çok ağır bir darbe girişimi ile karşı karşıya kaldık. Bu ülkenin kalbine, meclisine 9 defa bomba atıldı. 12 tank gönderildi. Helikopterlerle tarandı. Ama Avrupa Birliği maalesef sadece kınamakla yetindi. Çok sonra gelip ziyaret ettiler. Hâlbuki biz Berlin’de, Brüksel’de, Paris’te bir saldırı olduğunda sanki kendi canımız yanmış gibi tepki veriyoruz. Biz bu tepkiyi verirken aynısını da onlardan bekliyoruz. Ancak AB, o bahsettiğim aşırı sağcılığın neden olduğu olumsuz havadan çok fazla etkilendi. Şuan Türkiye’de bir referanduma gidiyor. Cumhurbaşkanlığı sistemine geçiş veya parlamenter sistemle devam etme kararı Türk milletinin kendi kararı olacak. Biz Hollanda’daki, Almanya’daki, Fransa’daki seçimlerle ilgilenmedik. Ama onlar bizim referandumumuzla bizden çok daha fazla ilgileniyorlar. Merkel ile Trump’ın görüştü. O önemli görüşme Almanya’da akşam 18:00 haberlerinde yoktu. Almanya’da ilk haber Cumhurbaşkanımız Erdoğan’dı. Almanya sabahtan akşama kadar hayır diyerek aslında bu kampanyayı yürüttüğünü çok net ortaya koyuyor. Almanya’da 6 yaş altındaki çocuklara Başbakan kim diye sormuşlar. Merkel Türkiye’de bile çok tanınan bir başbakan olmasına rağmen, Almanya’da sabahtan akşama kadar televizyonlardan ve radyolardan Erdoğan ismini duyan çocuklar Erdoğan cevabı vermiş. Bu aslında ne kadar ciddi bir tavır aldıklarının göstergesidir. Bizim bakanlarımıza konferans salonu vermeyenler, kendi büyük elçiliğine girmesine izin vermeyenler PKK’ya hayır mitingi için izin verdiler. Ve on binlerce PKK’lı, terörist başı Apo’ nun paçavraları ile yürüdü. Bu aslında çok net bir tavır almadır. AB’nin kendi iddia ettiği insan hakları, demokrasi, hukukun üstünlüğü gibi ilkeleriyle çeliştiğini gösteriyor. İsveç Başbakanı 2010 yılında Türkiye’ye seçim kampanyası için gelmişti. Bu gayet doğal bir durumdur. Bakanların başka ülkelere gitmesi gayet doğalken Avrupa ülkelerinin takındığı tavır anlaşılır değildir. Bu sene her birinde seçim olduğu için seçime yönelik kampanyalar yapıyorlar. Hollanda’da seçim bittikten sonra Hollanda’nın tavrı daha da yumuşadı ve geri adım atar gibi oldu. Ama hiçbir şekil ve şartta kendi seçimlerine Türkiye’yi alet edemezler. Bu kabul edilir bu durum değildir. Türkiye şuana kadar AB ile yaptığı bütün anlaşmalara sadık kaldı. Ama AB kendisine düşen kısmı yerine getirmedi. Bu durum Türkiye’nin AB’ye giriş sürecindeki kararlarını sorgulamasına sebebiyet veriyor. Biz onlara baştan beri dediğimiz söylüyoruz. Bizi eşit olarak kabul etmiyorsalar o zaman bizim yapabileceğimiz bir husus yok.
Sonunda milli birlik ve beraberliğin kazandığı 15 Temmuz sürecini yaşadık hep birlikte. Kadınıyla yaşlısıyla genciyle bu ülkenin milli birlik ve beraberliğine sahip çıkıldı. O geceyi en iyi hangi kelimelerle özetlersiniz?
15 Temmuz en uzun ve halkımıza en çok zarar veren bir geceydi. Eğer biz 15 Temmuz gecesi düşman işgaline uğrasaydık, herhangi bir ülke gelip bize saldırıda bulunsaydı, herhangi bir ülkenin pilotları bizim insanımızı bombalasaydı belki canımız bu kadar çok fazla yanmazdı. ‘Bunlar düşman bu ülkeyi istemiyorlar. O yüzden “Türkiye de iç savaş çıkarmaya çalışıyorlar” derdik. Ama kendi askerimizin bunu yapması canımızı çok yaktı. FETÖ’ nün tek bir emirle herkes üzerinde bu kadar vahşet oluşturması toplumuzu etkileyen bir süreç oldu. Önceden öngörülebilen önceden tahmin edilebilen bir durum değildi. Bu yüzden daha fazla yıkıcı oldu. İşgal altındayken ile bombalanmamış meclisimizin bombalanması, Çengelköy’de bir muhtarımızın subay tarafından öldürülmesi çok yıkıcı oldu. Bizim peygamber ocağı dediğimiz, kendi evlatlarımızı gönderdiğimiz askerlerin cuntacılar tarafından hainleştirilmesi, çok acı bir olay. Türkiye bundan ders aldı. Olayların ardından birçok şehidin ailesini ziyaret ettim. Hangi şehit ailesi ile konuşsam şehitlerimizin ya alınlarından ya kalbinden ya da sırtından vurulduğunu öğrendim. Bunu yapanlar eğitimli askerlerdi. Gazilerimizden biriyle konuştum. Bana , ‘ben vuruldum. 100 metre sürüklendim kaçıyorum. Ama tekrar vurdular’ dedi. Baltalimanı Devlet Hastanesinde bir gazimizi ziyaret etiğimde dedi k, ‘Yan taraftaki odaya gidin. Orada ben yaralandığımda bana yardım etmeye çalışırken vurulan arkadaş yatıyor.’ Savaş bile yaralıları taşıyanlara ateş edilmiyor. Bu aslında FETÖ’nün 15 Temmuz’da tek bir emirle zihinleri nasıl etkilediğini gördük. Aynı şeylerin bir daha yaşanmaması için önlemler alıyoruz. Benim evimin önünde aracım kurşunladı. Aklıma bile gelmedi bizim oranın vurulacağı. Menkul Kıymetler Borsasına bile sniper gönderip birçok insanı kaşlarının ortasından vurdular. Sadece o noktada 49 tane gazimiz var. 15 Temmuz tüm topluma zarar veren bir girişimdi.
MHP ittifakı Kürt seçmeni nasıl etkiler?
Sürekli sahada olan biri olarak şunu açıklıkla diyebilirim ki, bu durum Kürt seçmeni asla olumsuz yönde etkilemiyor. MHP lideri Devlet Bahçeli, 15 Temmuz’dan önce başkanlık seçimine karşı olduğunu ifade ederken neden bu tarihte sonra kararını değiştirdi? Sonuçta o bir muhalefet partisi lideri. Oy almak için iktidar bir şey söylediğinde karşı durmak durumundadır. Ama 15 Temmuz gecesinde meclisi bombalayan ve daha sonra gerçek bir polis kullanarak Rusya Büyükelçisini öldürtenler bize şunu gösterdiler. Türkiye çok ciddi bir tehlike altındadır. PKK, DEAŞ, DHKP-C ile uğraşan Türkiye ayrıca gizli olan üstelik 1989’lardan bu yana planlı olarak faaliyet gösteren FETÖ ile de uğraşmaya başladı. Sayın Bahçeli de 15 Temmuz da bu tehlikeyi gördüğü için Türkiye’deki mevcut sistemin güçlenmesi gerektiği fikrine sıcak baktı. Konu memleketse geride kalan her şey teferruattır’ dedi. Bu yaklaşıma Kürt seçmende olumlu bakıyor. Herkes farklı partilere oy verebilir ama bu başka. Bu durum memleket meselesidir.
Referandumla ilgili size gelen anket sonuçları ne diyor?
Anketle son dönemde çok daha fazla olumlu yönde arttı. İlk zamanlar halk kararsızdı. Sitemin ne olduğunu yönünde kafa karışıklığı söz konusuydu. Toplumun nabzına baktığımızda anaysa değişikliklerine yönelik çok fazla tereddüt yok. Kimse şu madde yanlış ya da şu madde de olsaydı derdinde değil. Çünkü şuan darbe anayasasıyla yönetiliyoruz. Bu anayasada sıkıntılar olduğu için bütün partiler seçim vaatlerini anayasa üzerinden yaptılar. Partiler arasında sadece hangi anayasanın değiştirileceği konusunda mutabık değiliz. Yoksa herkes değişmesini istiyor. Halkın tereddüdü sadece nasıl yapılacağına dairdir. Onu da AK Parti ve MHP birlikte çözdü. CHP, eleştirecek bir şey bulamadığı için 18 yaş konusuna taktılar. Evet, doğrudur 18 yaş küçüktür ama 15 yaşta küçüktür. Biz 15 Temmuz’da 15 yaşında birçok şehit verdik. Bugün Türkiye’de 18-25 arası 7 milyon genç var. Biz o gençlere biraz bekleyin sonra seçilme hakkında sahip olursun diyemeyiz. Biz sadece önlerindeki engeli kaldırmaya çalışıyoruz. Bu gençlerin arasında elbette ülkeye ufuk olacak gençler var. Seçildiğinde diğer gençlere de örnek olacaklar var. Muhalefet dedikodular üzerinden gidiyor. Türkiye, Osmanlı olacak babadan oğla geçecek sistem yapılıyor diyorlar. Şeriat gelecek diyorlar. Akla ziyan dedikodular üzerinden gidiyorlar. Bunlar akıl alır gibi değil. Şimdi de Suriyeliler üzerinden dedikodu yaymaya başladılar. Suriyelilere maaş veriliyor. Vatandaşlık veriliyor. Suriyeliler oy kullanacak’ diyorlar. Artık bu durum vicdanı da rahatsız etmeye başladı.
Suriyelilere yönelik dedikodular doğru mu?
Doğru olmamanın ötesinde bu durumun algı olduğu ortada. Bu algılardan ötürü kafası karışık olanlar vardı. Ama biz yaklaşık 1 aydan beri sahadayız. İnsanlarla birebir görüşmeler yapıyoruz. Olabildiğince her şeyi açıklığa kavuşturduk. Bu dedikoduların ne kadar mantıksız olduğunu artık halk da biliyor. Bu nedenle anketler de artık “evet” oyu yüksek çıkmaya başladı. “Evet” oyu yüksek bir oranda gelirse bu dünyaya güzel bir cevap olur. Biz istiyoruz ki evet oyu yüksek oranda çıksın ve bizimle uğraşan Avrupa’ya büyük cevap olsun. Bizim insanımızı tank durduramadı, Avrupa’nın atı, köpeği hiç durduramaz
16 Nisan’da “Evet” çıkması durumunda ne değişecek?
16 Nisanda ‘Evet’ çıkması ile Türkiye’de bir rahatlama ve güven ortamı olacak. Şuan yaşadığımız sıkıntıları en aza indireceğiz. AK Parti uzun süredir iktidar olduğu için biz anayasadan kaynaklanan problemlerle en az şekilde karşı karşıya kaldık. Ama sürekli olarak yarın ne olacağı konusunda tereddüdümüz vardı. En ufak bir sallantında hemen o sıkıntılar gün yüzüne çıkıyor. Haziran seçimlerinde bunu net olarak gördük. Türkiye 94 yıllık bir devlet ama 65’inci hükümette. 47 tanesi hep 2 seneden düşük sürelerde görev yaptı. 27 günlük koalisyonlarımız oldu. O yüzden 28 Şubatta koalisyon olduğu için çok rahat hükümeti devirdiler. 13 senemizi çalmalarının tek sebebi 28 Şubatta Refah-Yol hükümetinin bir koalisyon olması ve dönemin Cumhurbaşkanı Demirel’in dönemin başbakanı ile arasının bozuk olmasıydı. Onun bedelini hepimiz ödedik. Haziran seçimlerinde bunun çok uzak bir ihtimal olmadığını, Türkiye’nin aynı girdaba kapılabileceğini bir daha gördük. Haziran seçimlerinde AK Parti çok yüksek oy aldı ama tek başına iktidar olamadı. Koalisyon görüşmeleri başladığında KCK lideri Cemil Bayık, “Çözüm süreci bitmiştir. Çünkü TC baraj yapıyor” dedi. Daha sonra olan patlamaları biliyoruz. Sadece askerimiz polisimiz değil oranın masum halkı da öldü. Daha sonra hendek kazılmalarını, özerklik ilanlarını gördük. Çünkü devlet olarak zayıfladığınızda karşınızdaki düşmanlar çok daha güçlü olarak saldırabiliyorlar. Eğer biz çok güçlü bir evetle bütün dünyaya cevap verirsek düşmanlarımıza da bu mesajı vereceğiz. Türkiye sistemini güçlendirdi. Bundan sonrada sürekli istikrar içerisinde yürütmesi olacak. Halk seçecek bunun içinde denetlemesi de olacak ama istikrar söz konusu olduğu için hiçbir zaman bizi zayıf göremeyecekler.
Peki halk neden “Evet” demeli?
Türkiye tarihi bir dönüm noktasında. Daha önceki anayasaları hep darbeciler yaptı. Darbe yapanlar, darbeden sonra kendi mantıklarını kendi ideolojilerini anayasaya eklediler. Bundan doğan zararı bütün Türkiye gördü. Biz artık istiyoruz ki büyük bir mutabakatla meclisten, anayasa değişikliğini gerçekleştirdik. Artık tek başlı yönetim olsun. Artık kararı bizim halkımız versin. Kendi istediği insanı seçsin ama seçtiği insan yaptığı her işlemden sorumlu olsun. Meclis daha da güçlensin. Bu durumda Türkiye’nin çok daha fazla güçlenmesi hem evet hem hayır verenlerin daha fazla menfaatine olacak. Sonuçta hepimiz aynı topraklarda yaşıyoruz. Hiçbirimizin diğerini ötekileştirme diğerini ayrıştırma kendimizin daha iyi olduğunu iddia etme lüksümüz yok. Hepimiz aynı geminin içindeyiz. Ve amacımız bu gemiyi daha da güçlendirmektir. Çünkü bu gemi batarsa en dipteki de kaptan köşkü de batar. Biz bunun bilinci içindeyiz. Bütün vatandaşlarımızın da o birlik beraberlik duygusunu unutmadan beraberce mücadele etmeye çağırıyoruz.