Tarihin tozlu raflarında değil, bizim gönlümüzün baş köşesinde durur bazı adamlar…
O adam ki tahta çıkarken değil, kalem tutarken de baş olur millete.
Ve biz ona “Şah İsmail” deriz.
Şimdi bazıları çıkıyor…
Alıyor eline büyüteci, bir de cetveli; başlıyor ölçüp biçmeye.
“Bu Şah İsmail bizim tarihimize ne kadar ait?”
“Acaba bizden mi, değil mi?”
Hadi oradan!
xxx
Bak kardeşim…
Şah İsmail, mezhebiyle değil milletiyle anılır.
Türklüğü, dağın başına yazılmış bir mühür gibidir.
Yani öyle kazı kazı silinmez.
Xxx
Birileri var…
Ağızlarında hep aynı cümle:
“E ama o Alevîydi…”
E kardeşim, senin derdin Şah İsmail’in inancı değil, kimliği!
Mezhebi bahane, sen Türk’e alerjik reaksiyon gösteriyorsun da haberin yok.
xxx
Yavuz’la savaştı, evet…
Ama bu onu “öteki” yapmaz.
Ne Yavuz Türk’lüğünden bir şey kaybeder,
Ne Şah İsmail özünden bir adım geri atar.
İkisi de Türk tarihinin iki koca çınarıdır.
Biri çölün öte yanından gelir, öteki Karabağ’ın bağrından…
Ama ikisi de Türk oğlu Türk’tür!
xxx
Şimdi kalkıp Şah İsmail’i dışlayanlar…
Aslında mezhep tartışması falan yapmıyor.
Onlar Türk kimliğine, o gür sesiyle, o edebî duruşuyla,
“Ben buradayım” diyen bir maziden rahatsız.
xxx
O yüzden buradan açık açık söyleyeyim:
Kimse kalkıp da bize Şah İsmail’i din üzerinden dışlatmasın!
Çünkü o, Safevî Türk Devleti’nin şahıdır.
Hem kılıcı keskindir, hem kalemi zarif.
Bir şiirinde gönül dağına su serper,
Öbüründe milleti ayağa kaldırır.
xxx
Velhasıl…
Şah İsmail esaslı bir Türk’tür.
Ve bu millete düşen görev, onu mezhep rengine göre değil,
milletin alnına nakşettiği o asil kimliğiyle anmaktır.
xxx
Kendisine rahmetle, minnetle, her daim yâd edeceğimizi de kayda geçelim…
Varsın öküz altında buzağı arayanlar bir asır daha tırmalasın,
Tarih kimin nerede durduğunu çoktan yazdı bile.