Sevgili okuyucular, günün modası ‘Kürt Açılımı’ya; artık fanteziler, gösteriler, atraksiyonlar birbirini kovalıyor. Yüzyıla yakın bir zamandır kullanılan yer isimlerini değiştirmek mi istersiniz; Mehmetçiklerin vatanın dağına, taşına yazdığı vecizeleri sildirmek mi dilersiniz yoksa öğrenci andını kaldırmaya mı kafayı taktınız? Artık seçip, beğenir, uygulamaya koyarsınız. Malûm ya, ‘Kürt Açılımı’ var... Bu arada bizim fukara Kürtler de kendi adlarına
yapılan bu sözde açılımlara kanar mı, orasını bilemeyiz...
Vatandaşlık ile etnik kimliği ayıramayanlar
Efendim, rahmetli Özal, Büyük Atatürk’ün ‘Ne mutlu Türküm diyene’ vecizesini yorumlarken, ‘Bak Hasan, Atatürk ne mutlu Türk olana, Türk’e dememiş, Türküm diyene demiş’; yani etnik kimliği kastetmemiş derdi.
Gerçi bazı antropolojik araştırmalar dolayısıyla Cumhuriyet’in bir döneminde ırk/soy unsuru üzerinde durulmuşsa da, Türkiye’de ‘Türk Kimliği’ etnik bir esasa dayandırılmamış ve ‘Vatandaşlık Kimliği’ şeklinde ‘ortak üst kimlik’
olarak algılanmıştır.
Türkiye Cumhuriyeti, ‘üniter’ ve ‘millî’ bir devlettir. T.C. Anayasalarında, ‘Siyasî Haklar ve Ödevler’ başlığı
altında düzenlenen ilk madde ‘Türk vatandaşlığı’dır. Vatandaşlık, karşılıklı hak ve mükellefiyetlere bağlı siyasî ve hukukî bir kavramdır. Vatandaşlığın etnik müntesibiyetle hiçbir ilgisi yoktur.
1982 Anayasası’nın ‘Türk vatandaşlığı’ başlıklı 66. maddesindeki, ‘Türk devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türktür’ şeklindeki ifadenin etnik kimlikle münasebetini kurabilmek için, ya geri zekâlı,
ya art niyetli ya da korkunç derecede kompleksli olmak gerekir.
Anayasa’nın bu ifadesi, herkesin Türk olduğunu göstermek için değil, bilâkis vatandaşlığın etnik bir bağ olmadığını, sadece siyasî ve hukukî bir hak-ödev olduğunu anlatmak için kaleme alınmıştır.
Lâkin, daha önce bir yazımda da belirttiğim gibi, eğer bu ibare kompleksli bir takım kişileri rahatsız ediyorsa,
aynı vatandaşlık bağını başka türlü de ifade etmek mümkündür.
‘Asimilasyona isyan’ın hafifmeşrepliği
Efendim, bu coğrafî yer isimleri, Cumhuriyet döneminde bürokrasinin mazrufta kalan gülünç şekilciliğinin örnekleriyle doludur. Başlangıçta güya Kürtçe, Ermenice, Süryanice vs. olan yer isimleri değiştirilmek istenmişti. Sonra hızlarını alamayan bürokratlar Türkçe isimleri de değiştirmeye başladılar.
Diyelim ki yer isimlerinden bir kısmını tekrar değiştirdik. Ancak bağnazlık çift taraflıdır. Şimdi kalkıp yüzlerce yıllık Diyarbakır’a (Diyâr-ı Bekir) ‘Amed’, Urfa’ya ‘Ruha’ demek isterlerse,
‘Emriniz olur abiler!’ mi diyeceğiz.
Hele çocuklara konulan yeni isimler de bir âlem. Adamlar ille de ‘w’lu, ‘q’lu,
‘x’li kelimeler seçmeye çalışıyorlar.
Bizim bildiğimiz, İslâm kültüründe kişi isimleri birbirinden pek farklı değildir. Kaldı ki, Farsça isimleri -yenileri dahil- hepimiz kullanıyoruz. Yeğenimin
adını Baran koydular; geçen gün bir dostum da kızının adını Berfin koymuş; kulağıma hiç de yabancı gelmedi.
Farkında mısınız, bazı Kürtçüler, artık çok geride kalan asimilasyona isyan ederken ırkçı hafifmeşrepliğin girdabına kendilerini kaptırıveriyorlar.
Aydınımızın kafası bozuk
Efendim, bizim bir kısım aydınımızın kafası bozuktur. Ömründe Güneydoğu’ya gitmemiş yazar-çizer takımı Diyarbakır’a bir gitmeye görsün. Dönüşünde malûmatfuruşluk etmekten kendini alamaz. ‘Abi, bu iş bitmiş artık;
verelim de kurtulalım buraları...’ diye söylenip durur. Ancak, sosyete barlarındaki bu parlak nutuklar, köşe yazılarının sütunlarına aksederken ‘barışçı açılımlar’ hâline gelirler.
Ne yazık ki Türkiye, bu ‘mütareke aydını’ makûlesinden bir türlü kurtula-
mamıştır. Bunlara göre, ‘medeniyetsiz’ ve ‘gerici’ Türkler, Ermenileri ve Kürtleri kesmişler; topraklarını işgal etmişlerdir. Bunlardan özür dilenmeli; teröristler affedilmeli ve Türkiye iki toplumlu bir yapı çerçevesinde reorganize edilmelidir.
Bunların içindeki bazı saftorikler haricinde şuurlu olanlar, sonunda Türkiye’nin bölüneceğini ve bunun da kaçınılmaz olduğunu düşünürler.
Atatürk’ün deyimiyle bütün bu
‘haricî ve dahilî bedhahlar’, Türküyle, Kürdüyle, Arabıyla ‘Türk Milleti’nin millî iradesi ve millî egemenliği karşısında başarısızlığa mahkûmdurlar.
Yeter ki demokratik rejimi muhafaza edebilelim.