Türk ekonomisinin dinamizmini artıracak tedbirlerin arka arkaya devreye sokulması, sadece dünya ekonomisindeki durgunluğa karşı bir önlem olmakla kalmamış, yüzlerce milyon dolarla spekülatif girişimlerde bulunanlarda ve özellikle de operasyon peşinde koşan birtakım uluslararası çevrelerde hayal kırıklığına yol açmıştır. Bu bağlamda, ekonomiye yeni kaynak veya yeni imkânlar kazandırmak üzere ‘varlık potansiyelinin’ harekete geçirilmesi oldukça önemlidir.
Ünlü Fransız düşünürü Raymond Aron ‘Sanayi Toplumu Üzerine On Sekiz Ders’ başlıklı çalışmasında ekonomik kuruluşları incelerken sanayi toplumlarında ekonominin, kamuya veya özel kesime ait olup olmama yani mülkiyet sorununun ötesinde ele alınması gerektiğinin üzerinde durmaktaydı. Ona göre konunun bir ‘iktisadi rasyonalite’; bir de ‘teknik rasyonalite’ boyutu bulunmaktadır. Bu anlamda Türkiye Varlık Fonu uygulaması çağdaş ekonominin ihtiyaç duyduğu yeni bir ekonomik/finansal rasyonel bir araç olarak devreye sokulmaktadır.
Potansiyeli harekete geçirmek
“Bugün ilk aşamada yaklaşık 200 milyar dolarlık bir fon büyüklüğüne ulaşarak ekonomide yatırım-üretim-büyüme süreçlerinde piyasa içinden milli kaynak üretilmesini mümkün kılacak, ekonomiye dinamizm katacak bir kurumsal düzenlemeye yapılmaktadır.” Ekonomilerin küreselleştiği bir dünyada rekabetin, üretimin, büyümenin milli kaynaklardan beslenerek sürdürülmesi mecburiyeti vardır.
Türkiye dünya ekonomisinde yaşanan ikinci büyük krizden en hızlı çıkan ülkelerden biri olmuştu fakat ihtiyar Avrupa’nın aynı dinamizmi gösterememesi, büyüme sorununu bir türlü çözememesi en büyük dış ticaret ortağı olan ülkemizi de olumsuz etkilemiştir ve tesirleri devam etmektedir. Başta Suriye olmak üzere, bölgede yaşanan savaş ve istikrarsızlıkların da bölgesel ticaret hacmini daraltıcı etki yapmasından en çok etkilenen ülkenin Türkiye olması işin tabiatı gereğidir. Türk ekonomisinin hem üretim gücü hem modern karakteri itibarıyla bölge ekonomileri üzerindeki entegre edici yönü, bölge ekonomilerini karşılıklı olarak harekete geçirecek bir dinamizm üretmekle kalmayıp, birçok endüstride bölgesel bir pazara dönük üretim yapan ‘ölçekte’ yatırımları teşvik etmiştir.
Ekonomik büyümeyi olumsuz etkileyen bu dış ekonomik olayların yanı sıra, uluslararası sistemin politik bakımdan Türkiye karşıtı bir yaklaşımı benimseyen bir anlayışa yönelmesi, bilhassa Batı’nın yeni Ortadoğu siyasetinde ortaya koyduğu Türkiye’yi dışlayıcı, bölgesel bakımdan etkisizleştirici politikalara yönelmesi bir başka sorundur. Bu sorun Batı’nın muhtelif araçlar kullanarak Türkiye’nin demokratikleşme sürecini istikrarsızlaştırmaya dönük müdahalelerinin devreye sokulmasına vesile olmuş görünmektedir.
Küresel rekabet
Batı’nın, başta FETÖ yapılanması, onun 15 Temmuz girişimi ile olan karanlık ilişkileri olmak üzere, PKK/PYD örgütlenmesine verdiği desteği saklanmadan açıkça göstere göstere yapmasından sonra çeşitli finansal ve ekonomik araçlar kullanılarak ekonomide bir sarsıntı yaratılmasına yönelik müdahaleleri, kaçınılmaz olarak Türkiye’yi daha dikkatli olamaya ittiği açıktır. Bu durum, geleneksel Batı’ya endeksli politik tercihlerin meydana getirdiği ‘bağımlılık ilişkilerini’ radikal bir biçimde eleştirmeyi de gerekli kılmıştır.
Buradan çıkan bazı neticeler bulunmaktadır. Bunların bir kısmı politik bir kısmı ise ekonomiktir fakat mesele doğrudan Türkiye’nin uluslararası sistemle karşı karşıya kaldığı çelişkilerle olduğu için ekonomik olanlarla politik olanlar zorunlu olarak bir arada telakki edilmek durumundadır. Bir başka ifadeyle Türkiye bir taraftan bölgesel sorunlara Batı sistemiyle kurulu bağımlılık ilişkilerinin dışında bölge merkezi yaklaşımlarla cevap verirken, ekonomideki hem küresel daralmanın içeriye yansımalarına hem de çeşitli ekonomik araçlarla yapılan istikrarsızlaştırma operasyonlarına milli kaynaklara dayanan yeni politikalarla, yeni kurumlarla yeni bir büyüme stratejisine yönelerek cevap vermek durumundadır. Küresel rekabette milli ekonomiye dayanmak mecburiyeti vardır.