İstanbul’un Tarlabaşı semtinde oturan dört transeksüelin hayalleri ve mücadelelerini anlatan Teslimiyet’in oyuncuları Didem Soylu, Buse Kılıçkaya, Seyhan Arman ve Ayta Sözeri’yi, jürinin onların gösterdiği cesarete özel verdiği Oyunculuk Ödülü’nü, Buse’nin “Bu ödülü önyargılarımızı ve nefreti bitirecek bir yasanın çıkması umuduyla alıyorum” sözlerinin salonda nasıl alkışlandığını anlatacaktım; ama olmadı.
Kaybedenler Kulübü aklımı çeldi.
Ama yine de çok farklı olmayacak anlatacaklarım.
Çünkü beni bu film hakkında yazmaya iten, Teslimiyet’in oyuncularının mücadele ettiği şeyle aynı: Erkeklik.
Yüceltilmiş erkeklik
Son dönem Türkiye sinemasında erkekliği konu ya da dert edinen filmler izliyoruz.
Ne mutlu!
Mesela Çoğunluk. İsmiyle müsemma; erkeklerin değilse de erkekliğin ‘çoğunlukta’ olduğu bir toplumu deşifre eden film... Ama yine de bu filmlerin çok az bir kısmı gerçekten de meselenin köklerini fark ederek yol alsa da pek çoğu bu farkındalıktan uzak durup erkekliği yüceltiyor.
Erkek karakterin seçimlerine anlayışla bakan, yaptığı yanlışlara gerekçeler arayan, kadın karakterleri ise anlayışsız, bencil yaratıklara dönüştüren, nihayetinde erkekliği öven filmler bunlar.
Yakın zamanda karşımıza çıkan ve ağlayan erkek karakteriyle pek çok kadın seyirciyi kalbinden vuran Issız Adam bunun en tipik temsilcisiydi.
Şimdi onun yanına Kaybedenler Kulübü’nü de rahatlıkla ekleyebiliriz.
Tek fark, bu filmin 90’larda geçiyor olması.
90’ların apolitik havasını iyi anlatsa da...
Gösterime girdiğinden beri filmin en çok eleştirildiği nokta 90’ların politik(sizlik) arka planından yoksun olmasıydı.
Oysa film, karakterlerin çıkışsızlıkları, derinmiş gibi görünen bunalımları ve günübirlik yaşamak üzerine kurulu hayatları üzerinden o dönem politik havanın nasıl olduğunu gayet iyi anlatıyor.
Hele hele bir radyo programından yola çıkarak 90’larda başlayan özel radyoların o dönem insanlar için nasıl bir iç dökme yerine, yalnızlıktan kurtulmak için araca dönüştüğünü anlatması açısından da başarılı.
Bir kez daha kadınlar suçlu, erkekler haklı
Ancak, film kendi hikayesindeki erkeklere o kadar çok inanıyor ve onları haklı buluyor ki erkekliğin o karanlık dehlizlerinde kayboluveriyor.
Kaan ve Mete’nin entelektüel birikimleri ve hayatı pek ‘derin’ algılayışlarında erkeklikleriyle yüzleşmelerini beklerken Kaan’ın adını bile hatırlamadığı onlarca, belki yüzlerce kadınla birlikte olduktan sonra bir gece barda tanıştığı Zeynep’e aşık olmasıyla başlıyor bu kayboluş.
Kişiliği ve düşünceleriyle gayet sıradan ve sığ biri olan Zeynep’i diğer kadınlardan ayıransa ilk gece Kaan’la yatmaması oluyor sadece.
Sonrasında da o da “her kadın” gibi oluyor.
Zeynep de diğer kadınlar gibi kıskanan, Kaan’daki sıradışılığa ayak uyduramayan, onun varoluş sorgulamasına kayıtsız kalan, doğal olarak erkek’e yetmeyen, Kaan’ın sempatimizi kazanmaya çalışan karışıklığına rağmen düzeni savunan sıradan bir kadına dönüşüyor zamanla.
Ve elbette bu durum Kaan’ın nihayet bulduğunu sandığı anlamın da (filmde buna ‘aşk’ diyorlar) boşuna bir çaba olduğunu gösteriyor.
Ve kadın yine, bir kez daha suçlu, erkek yine bir kez daha anlaşılamamış, haksızlığa uğramış olarak resmediliyor.
Atlıkarınca’yı kaçırmayın
Filmin erkekliğe övgüsüne ve kadın düşmanlığına dayanabilecek olanlar Kaybedenler Kulübü’nü kaçırmasın.
Ama onun yerine bu hafta gösterime giren ve erkekliğin, yarattığı cehennem içinde herkesi nasıl da ateşlere attığını sert bir hikayeyle anlatan Atlıkarınca’yı öneririm size. Toplumun tabu kozasında hassasiyetle koruyageldiği enseste çomak sokan film, aile içi cinsel istismarın yalnızca ‘eğitimsiz’, ‘yoksul’ kesimde görüldüğü, saldırganların ‘hasta’, ‘alkolik’ olduğu gibi önyargıları da ters yüz ediyor. Haftanın en iyisi Atlıkarınca’yı görün, ne demek istediğimi anlayacaksınız.