ANKARA / Doğma büyüme Ankaralı olan yazarımız Suzan Bilgen Özgün, pek çok ödülün ardından, öykülerini Aya Kitap tarafından (Mayıs 2011) yayımlanan ilk kitabı “Gölgede Kalanlar” ile okurlarıyla buluşturdu. 2012 Orhan Kemal Öykü Ödülü’nü alan kitabıyla yazar, toplumun her katmanından insana değen öykülerinde, kadın-erkek ve çocuk karakterlerin gözünden işlediği konuları çok net ve duru bir anlatımla dile getiriyor. Karakterlerin de ötesinde “biraz söylenmeyen -söylenemeyen- duyguları, biraz belirsiz bekleyişleri, biraz sessizlikleri” anlatıyor. Ayrılık, yalnızlık, yaşlılık, mutsuzluk temalarının derinliğinden geçen okuruna, bir edebiyat kedisinin varlığıyla göz kırpmayı da ihmal etmiyor. Özgün ile edebiyat yolculuğunu, öykülerini ve Ankara’nın öyküsünü, Ankara Hürriyet okurları için konuştuk.
- Yazın serüveninizden bahseder misiniz? Ankara’dan ödüllü yazarların çıkmasının sırrı nedir sizce?
Kitabın çok okunduğu bir evde büyüdüm. Bilindik bir söz vardır: “Kitap en iyi arkadaştır” diye, benim de zaman içerisinde vefalı bir dostum haline geldi. Çocukluk ve ilk gençlik yıllarımda günlük tutardım. Üniversitede okuduğum bölüm de yazma eylemimi pekiştirdi. Yine de gerçek anlamda öykü yazmam, Uğur Mumcu Araştırmacı Gazetecilik Vakfı (UMAG) Yazma Seminerleri ile başladı. Öykülerim çeşitli edebiyat dergilerinde yayımlanmaya başladıktan sonra dosyamı oluşturdum. Dosya, “Gölgede Kalanlar” adıyla kitap haline geldikten sonra 2012 Orhan Kemal Öykü dalında birincilik ödülünü kazandı. İkinci öykü dosyamı bu arada tamamladım, kitaplaştırılması için bekliyorum.
Ankara’dan özellikle son dönemlerde çok iyi öykücüler çıkıyor. Ankara, en azından eskiden, kültürün de başkenti olmuş bir şehir. Üniversite şehri olması, ülkemizde yaşanan politik, ekonomik ve sosyal değişimlerin nabzını tutması, iyi metinlerin çıkmasına vesile olmuştur, diye düşünüyorum.
-“Gölgede Kalanlar” adı ile kaderin, çaresiz kahramanların sırtına yüklediklerini, geride bırakılanları, üzerlerine ışığın düşmesini bekleyerek görünür olmayı isteyenleri mi imlemek istediniz?
Gölge sözcüğü farklı anlamlara sahip olduğundan kitap isimlerinde çokça görebiliyoruz. Aslında, yazarken bir konunun altını fazla çizmeyi tercih etmiyorum. Bu anlamda “Gölgede Kalanlar” sadece karakterlerin kendilerini değil, biraz söylenmeyen-söylenemeyen- duyguları, biraz belirsiz bekleyişleri, biraz sessizlikleri çağrıştırır. Hatta biraz da, esas öykünün bu boşluklarda olduğu düşüncesiyle, okurla öykü arasından çekilerek gölgede kalmayı seçen yazarı da kapsar.
TÜM ÖYKÜLERE “ŞEMSİYE”
-Kitabın kapak fotoğrafı da en az adı kadar ilgi çekici. Uzayan gölgesiyle bir şemsiye, kimsesizlik/terk edilmişlik hissi yaratıyor. Tayfun Keçecioğlu’na ait bu fotoğrafın öyküsü nedir?
Tayfun Keçecioğlu’nun Tuz Gölü’nde çekerek ödül kazandığı bu fotoğrafı görür görmez güzel bir kitap kapağı olabileceğini düşündüm. Arkadaşım beni kırmadı, yayınevi de kabul edince genelde kitap ismine göre olan kapak çalışması tersine döndü. Kapağa göre isim buldum, şemsiye de bir başınalığı ve gölgesiyle tüm öyküleri içine almış oldu.
- Öykülerinizde kadınların olduğu kadar erkeklerin de iç dünyasına yoğunlaşıyor; durumları, olayları onların psikolojileri üzerinden hikâyeleştiriyorsunuz. Akademik geçmişinizin bunda katkısı/etkisi olduğu söylenebilir mi?
Farklı ağızlardan, farklı bakış açılarıyla öyküler yazmayı seviyorum, bu bir çocuk da olabilir, hayvan veya cansız bir nesne de. Sosyoloji ve psikoloji eğitimimin sadece yazarken değil hayatı fark etmeye çalışırken bana önemli bir katkısı olduğunu söyleyebilirim. Tabii ki sorgulama, keşfetme, farklı olanı anlayabilme çabası, görünür olanın arkasındakini yakalama isteği gibi özellikler, sadece belli eğitimlerle kazanılmıyor veya tersi olarak kaybedilmiyor. Kişilik özelliklerimiz, altyapımız, hayata bakışımız, hayattan beklediklerimiz de önemli faktörler olabiliyor.
KENDİMİZ İÇİN İSTİYOR BAŞKASI İÇİN YAŞIYORUZ
-“Kayıp” öykünüzdeki “kadın” ve “adam” karakterleri yaşa(yama)dıkları üzerinden “Mutlu musun?” diye sorguluyorlar. Alanında eğitimli bir göz olarak Türk insanını tahlil etmenizi istesem neler söylersiniz, sizce mutlu muyuz?
Mutluluk görecelik taşıyan bir kavram. “Kayıp” öyküsünde sorgulanan bireysel mutluluklardı. Ülkemiz, bölgesel olarak o kadar farklı mozaiklere sahip ki insanımızın beklentilerini ve buna bağlı olarak mutluluk algısını çok sistematik ve bilimsel olarak incelemek gerekir. Bölgeleri bırakalım bugün artık Ankara ve diğer büyük şehirlerimiz bile semt semt, hatta bazen cadde cadde, sosyo-ekonomik ve kültürel yaşam açısından farklılık gösteriyor. Bu nedenle, ben kendi gözlemlerimi ve yaşadıklarımı, biraz sosyolog, biraz öykücü ama daha çok sade vatandaş olarak genelleme yapmadan ileteyim. İlk değerlendirmem, toplumumuzda “biz” değil “ben” bilincinin daha öne geçtiği yönünde. Bununla bağlantılı olarak da maddi değerlerin daha çok yaygınlaştığını söyleyebilirim. Eğer cebimizdeki parada büyük bir eksilme yoksa hatta artış varsa, işimiz garantiyse, cep telefonumuzla, arabamızla veya etrafımızca başka önemli bulunan olgularla “görünür” durumdaysak, bizden mutlusu yok. Kısacası, kendimiz için istiyor, başkalarının görüşleri için yaşıyoruz. Kendi kapalı devre yaşamımızda, çok fazla takmadan, kabullenici ve biraz da kaderci yaşıyorsak daha kolay mutlu olabiliyoruz. Hayatla, toplumla, gelecekle ilgili beklentilerimizi yükselttiğimizde mutsuzluk başlayabiliyor. Aile ve çocuk kavramları hâlen önemli ama kendi ailemiz, kendi çocuğumuz. Bir de, sadece kendileri için değil aynı zamanda başka haklar için taleplerini dile getiren, mücadele eden özellikle genç bir kuşak var ki onları tamamen ayrı bir yere koyuyorum. Özgürlüklerine düşkün, farklılıkları bir renk olarak gören, dayatmalardan hoşlanmayan, kendini ve haklarını önemserken başkalarınınkini önemsizleştirmeyen dolayısıyla da istediklerini elde etme potansiyeline daha yakın bir kuşak olduğunu düşünüyorum.
BİR KENTİN RUHU OLMASI GEREKİR
-Okuma ve yazma çalışmalarınızı “Perşembe” grubu ile sürdürüyorsunuz. Grubunuzu tanıyabilir miyiz, öykü odaklı bu süreçte nasıl bir yol izliyorsunuz?
Grubumuz, her Perşembe akşamı toplanan bir edebiyat topluluğu. Ben 2007 yılında katıldım, çalışmalarımızı öykü ağırlıklı sürdürsek de roman okumalarımız ve film izlemelerimiz de oluyor. Yapılan çalışmalar arasında Blog ve Fanzin de var. “Balkon” isimli fanzinimizin ilk sayısı Mayıs ayında çıktı.
-Bu yıl 14’üncüsü Marquez anısına düzenlenen Uluslararası Ankara Öykü Günleri’ne ve bu etkinliğin kentliye katkılarına dair değerlendirmelerinizi alabilir miyiz?
Uluslararası Ankara Öykü Günleri, hâlen devam eden, dünyanın en eski öykü festivali olma özelliğini taşıyor. Benzer organizasyonlar ne yazık ki giderek azaldığından ben bir Ankaralı olarak, Ankara Üniversitesi-Çankaya Belediyesi-Uluslararası Ankara Öykü Günleri Derneği ortaklığında düzenlenen etkinliklerde, emeği geçen herkese özellikle teşekkür etmek isterim. Bir kentin yaşayanlarına katkısı olabilmesi için öncelikle bir ruha sahip olması gerekir. (Yürünebilir sokakları, parkları, dokusunu korumuş mahalleleri, tarihi, meydanları, esnafı ve kültürüyle, sanatsal etkinlikleriyle oluşturduğu bir ruh) Öykü günlerinin ve farklı kültürel buluşmaların, kente ve kentliye bu anlamda bir nefes aldıracağını düşünüyorum.ANKARA /